17.Nisan.2023
Kitabım üzerine ilk söyleşiyi Mete Kaan Kaynar hoca ile yaptım. Youtube'dan izleyebilir ve yorumlarınızı yazabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=ceNpPdjGDJo
17.Nisan.2023
Kitabım üzerine ilk söyleşiyi Mete Kaan Kaynar hoca ile yaptım. Youtube'dan izleyebilir ve yorumlarınızı yazabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=ceNpPdjGDJo
17.Şubat.2023
https://yeniinsanyayinevi.com/kitaplarimiz/vadinin-donusumu-ikizderede-hidroelektrik-santraller/
28.Ağustos.2021 tarihinde Yeşil Gazete'de https://yesilgazete.org/antroposen-caginda-risk-ve-sorumluluk-seller-ve-hesler-dr-aysen-eren/ adresinde yayınlandı.
Bozkurt ve Ayancık'ta yaşanan sel afeti, bu şehirlerden geçen Ezine Çayı ile Ayancık Çayı üzerine kurulan nehir tipi HES'leri de gündeme taşıdı. Sel afeti ve ardından yaşanmakta olan kriz devlet görevlilerini, siyasileri, bilim insanlarını ve uzmanları neler olduğu konusunda açıklamalar yapmaya mecbur bıraktı. Ebru HES, Aybige HES ve Ayancık HES'in altyapıları ile yaşanan sel felaketi arasındaki nedensel ilişkiyi toplum günlerdir sorguluyor, açıklamaya çalışıyor.
HES'lere resmi izni veren iki devlet kurumundan biri olan, ülkenin akarsuları üzerine inşa edilen su yapılarından sorumlu DSİ'den yapılan resmi açıklamaya göre sel ile HES'ler arasında olumsuzluk yaratabilecek hiçbir nedensel ilişki yok. Tam tersine sel ve taşkın riskini ortadan kaldıran, en azından azaltan olumlu bir nedensel ilişki var, şöyle ki nehir tipi HES altyapıları selin getirdiği kütük, kaya, taş, kum gibi malzemeyi tutarak taşkını engelleyebilir ya da taşkının yıkıcı etkisini azaltabilir.
Devletin hiçbir şüpheye yer vermeyen, taraflı, sabit ve dar bakışı tam da antroposen çağına ait. Bozkurt ve Ayancık şehirlerinde tüm sorumluluk kurtarma, temizleme ve yeniden inşa faaliyetlerine indirgenirken, yaşanan felaket 'iklimsel bir kazanın' sonucu gibi gösteriliyor. Oysa bölgeye alışılagelmiş yıllık yağış miktarının birkaç gün içinde düşmesi de, bu aşırı şiddetli yağışın yarattığı yıkım da doğal değil, insan faaliyetlerinin sonucu. Bu nedenle en yapıcı hareket, dikkati 'ne oldu?' sorusundan 'nasıl oldu?' sorusuna kaydırarak, HESler ile seller arasında risk yaratan ve riski artıran nedensel ilişkiyi çözmeye çalışmak ve iklim değişikliğinin yıkıcı etkisinin giderek daha ciddi hissedildiği günümüzde ileriye dönük havza bazında risk planlamasının taşlarını döşemeye başlamak.
Atılacak ilk adımda regülatörün bir diğer adıyla su alma altyapılarının, dere yatağı ve dere akışı ile nasıl bir ilişki kurduğuna, ardından bu ilişkilerin sel geldiği an nasıl şekil değiştirdiğine bakmak yararlı olacaktır. Doktora araştırmamda yakından incelediğim HES altyapılarına dair çalışmama dayanarak basın ve sosyal medya kanallarında yapılan tartışmalardaki iddialar, yapılan açıklamalar, hazırlanan bilimsel ve uzman raporlarda paylaşılan görüşler üzerinden, yorumlarımı ortaya koyacağım.
Öncelikle dereyi değişen iklim koşullarına uyum gösterebilen, canlı bir varlık olarak görmemiz gerekiyor. Temel işlevi toprağın ememediği suyu toplayarak denize ulaştırmak. Taşıdığı suyun miktarına göre bazen yükselir, genişler, bazen alçalır, daralır. Aktığı arazinin eğimine bağlı olarak hızlanır, yavaşlar. Su ile birlikte toprak, kum, çakıl, taş, kaya, ağaç, dal, kütük önüne ne gelirse, kaldırabildiği takdirde alır, taşır, taşıyamaz hale gelince bırakır. Su alma altyapıları ise bir kaya kütlesi gibi dere yatağına sabitlenmiş yapılardır ve fiziki esneklikten yoksundur.
Nehir tipi HES'lerin sel anında baraja dönüşme ve patlama riski var mıdır? Evet bu risk vardır ve özellikle Karadeniz Bölgesi'nde rüsubatı bol, eğimi yüksek, tepeler arasına sıkışmış dar yataklarda akan 'vahşi' derelerde yüksektir. Riski artıran insan kaynaklı etkenler nelerdir? Birincisi, Rize'de bulunan İkizdere HES örneğinde olduğu gibi dere yatağının bir kenarından deredeki suyun belli bir kısmını alan, kalanının doğal haliyle akışına izin veren su alma yöntemi bir kenara bırakılarak, günümüzde dere yatağını enkesit boyunca tümüyle kapatarak deredeki suyun hemen hepsini almaya çalışan bir yöntem kullanılmaktadır. İşlev açısından 'baraj' karakterli bu tip su alma yapılarının dere akışına müdahalesi serttir. Gelen tüm suyu bir kapan gibi tutmaya çalışırken, dereye bırakacağı suyu sıkı kontrol ederek can suyunu bırakır.
İkinci etken nehir tipi HES planlama ve tasarımında derelerin sürüntü maddesi miktarı ve hareketinin dikkate alınmamasıdır. 'Baraj' tipli su alma yapıları derenin taşıdığı kum, çakıl, taş gibi sürüntü maddesi hareketini sertçe engeller. Dolayısıyla su alma yapılarının mansabında yani yapılardan sonra suyun akış yönünde dere yataklarının düzleşmesine, daralmasına yol açar. Üçüncü etken HES'lerin dere yatağına müdahaleleridir. Su depolama kapasitesi yaratma amaçlı, resmi raporlarda yer almayan 'üstü örtülü' yaygın uygulamada, dere yatağı su alma yapısının hemen üstünde genişletilip derinleştirilerek havuza dönüştürülür. Su alma yapısının hemen altında dere yatağı DSİ can suyu ölçümü yapacağından daraltılır. Dere yatağını daraltan bir diğer faaliyet inşaat hafriyatlarının dökülmesidir.
Feyezan yani sel durumunda ne yaşanır? Şiddetli yağmurda canlı bir varlık olan derenin yatağı havzaya genişler, yamaçlardan da akış başlar, su miktarı artıkça dere akışı güçlenerek sertleşir. Feyezan başlangıcında 'darbe' şeklinde sürüntü maddesi hareketi olur, birden çok büyük bir hacme ulaşır*. Önüne gelen 'barajımsı' su alma yapısıyla çarpışır, dere yatağından, yamaçlardan toplayarak getirdiği kütük, ağaç, taş, kaya, çamur gibi malzemeyi su biriktirme havuzuna ve su alma yapısına yığıp sıkıştırarak 'kunduz barajı' oluşturma riski vardır. 'Kunduz barajı' tahmin edilenden çok daha fazla suyun ve malzemenin birikmesine neden olur. 'Kunduz barajı' biriken su ve malzemenin yarattığı yüksek basınçla patladığında selden daha da vurucu bir etki yaratır. Sel sırasında 'kunduz barajı' defalarca oluşabilir ve patlayabilir. Pürüzsüz kaydırakta daha hızlı kayarız değil mi? Benzer şekilde patlayan sel düzleşen, daraltılan dere yatağında kolayca hızlanarak daha da güçlenip inerken yıkıcı gücünü artırır.
Nehir tipi HES'ler sele benzer dere yatağında ani su yükselmesi durumunu havuzlarını temizlerken de yaratır. İkizdere Vadisi'nde HES'lerin mansabında yaşayan yöre insanları 5 cm su derinliğinin bir anda 1 metreye çıkabildiğini, derede su görmemeye alışan çocukların, insanların aniden yükselen suya kapılabildiklerini söylemişti. Nitekim HES'leri işleten şirketlerden havuz kapaklarını açacakları zaman halka haber vermelerini talep etmişler. HES olan akarsu vadilerinin bir kısmında dere aniden yükselebileceğinden dere yatağına girilmemesine dair uyarı levhalarının dere kenarlarına konulduğu görülür.
İklim değişikliğinin giderek daha çok hissedilir olduğu ülkemizde yapılan bilimsel çalışmalar Karadeniz'de deniz suyunun ısınmakta olduğunu, bu ısınmanın iklimsel süreçleri tetikleyerek Karadeniz Bölgesi'nde yağışların daha şiddetli olmasına yol açabileceğini gösteriyor. Derelerin Bozkurt ve Ayancık'ta verdiği sert, can yakan ders, dere yataklarında insan faaliyetlerinin azaltılması gerektiği yönünde. Siyasi iktidar ya oluşan riskleri görüp, sorumluluk alır ve akarsu havzaları için nehir tipi HES'leri de içine alan bütüncül bir risk analizi yaparak riskleri ortadan kaldıran ya da azaltan adımlar atar ya da havzalarda yaşayan halkı giyotin gibi sel riski altında, korunmasız, tedirgin yaşamaya mahkum eder.
Sel sonrası Ebru HES sulama yapısı. Kaynak:15.08.2021 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberi.
*Kaynak: Kazım Çeçen, 1962, Vahşi Derelerden Sualma, İTÜ Yayını.
1.Eylül.2020 tarihinde Birgün gazetesinde yayınlandı.
https://www.birgun.net/haber/yaban-hayvanlarinin-av-olmaya-itirazi-var-314002
"Geri kalan tüm yaratılanların haklarını görmekte nasıl körüz", John Muir, 1867.
798 yaban hayvanının 2020-2021 avlanma sezonunda resmi av yapıldığını yazan haberler medya kanallarında belirdiğinde, Roderick Frazier Nash'ın "The Rights of Nature: A History of Environmental Ethics" (Doğanın Hakları: Çevresel Etik Tarihi) kitabını okuyordum. Kitap beni bu satırları yazmaya teşvik etti. Av olacak yaban koyunları, yaban keçileri, geyikler, ceylanlar, karacalar arasında soyu tükenme tehdidi altında olan hayvanlar da var. Bilinmeli ki bu yaban hayvanlarının av olmaya itirazı var.
Bu tıpkı Aldo Leopold'un "Bir Kum Yöresi Almanağı" kitabında anlattığı, tüfekle vurarak avladıkları anne kurdun ve ait olduğu kurt sürüsünün mekanı dağın, bu ölüme kederli, isyan dolu itirazı gibi. Kurt avlamanın geyikler için kurtuluş olacağını sananlar, o dönem kurtların kökünü kurutmuş. Artan geyik nüfusu dağların yamaçlarındaki her çalıyı, taze sürgünü, ağaç yapraklarını yiyerek yok edip, yeşillikleri kurutmuş, sonra aç kalan yüzlerce geyik ölmüş. Doğal dengeye insanın yaptığı müdahalenin yabanıl hayattaki acıklı sonucu. Birini kazanacağını sanırken tümünü: kurdu, dağı, geyiği kaybetmek.
Av turizmi de doğal dengeye, yaban hayata müdahale ediyor. Üstelik müdahalenin amacı döviz girdisi sağlamak, ülke ekonomisine katkı sağlamak. Bu nedenle 798 yaban hayvanının itirazı çok daha büyük. Çünkü yaşayan, acıyı hisseden bir canlı ve yabanıl doğanın bir parçası olarak, ölüm fermanlarının insanoğlu tarafından para karşılığında imzalanmasına razı değiller.
Av turizmi terimi başlı başına çelişkilerle dolu. Turizm Türk Dil Kurumu'nca "dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla yapılan gezi" olarak tanımlanıyor. Av turizmi adı altında yaban hayvanlarını öldürme hakkı, para karşılığında ihale yolu ile paralı ve güçlü insanlara satılıyor. Bir yaban keçisine biçilen asgari fiyat 14 bin TL, çengel boynuzlu dağ keçinin ki 8 bin 500 TL. İhalede en yüksek fiyatı verip avlanma izni satın alan bu insanların dağlarda yaban hayvanlarını yok yere öldürmeleri ve bunu zevk almak için yapmaları nasıl turizm sayılıyor?
Yabanın av turizmine bu itirazına, sosyal medyada #Avcinayettir, #Avcılık Yasaklansın başlıklı kampanyaları başlatan, paylaşan, imza veren ve ihalelerin iptali için dava açan yaban yaşam haklarını savunan ülke insanları da katılıyor. Ülkemizde insanın insan-olmayanın haklarını savunması bir ilk değil. Özellikle son yıllarda hayvan hakları konusunda giderek artan bir farkındalık, duyarlılık ve gelişen bir aktivizm var. Fakat sıradan insanların itiraz ve tepkileri bu kadar görünürken, duyulmayan aydınların, çevre koruma, çevresel etik ve ilahiyat alanlarında çalışan akademisyenlerin, din insanlarının, özellikle de siyasi parti yöneticilerinin sesi, av turizmi hakkında ne düşündükleri.
Nash'in kitabını dikkatinize getirmemin nedeni, av turizmi haberlerine karşı etik kaslarımızı biraz esnetmemize ve çalıştırmamıza yardımcı olması. Kitabında çevresel etiğin batı uygarlığındaki tarihsel gelişimini anlatan Nash, toplumların etik açıdan evrilip geliştiklerinin altını çiziyor. Nash'e göre insanın başlangıçta ait olduğu ailesine, kabilesine ve yöresine karşı etik davranma ihtiyacı, zaman içinde giderek sırasıyla, bağlı olduğu ulusa, ırka, insanlara, hayvanlara, bitkilere, canlılara, taşlara, ekosistemlere, dünyaya ve evrene genişler. Hayvan haklarının batı uygarlığındaki tarihi antik Yunana ve Roma devrine kadar uzanır. Jus Animalium hayvanların insanlar ve devletlerden bağımsız doğuştan sahip oldukları haklardır. 3. yüzyılda yaşamış Romalı bir hukukçu olan Ulpian, doğanın bir bütün olarak kurduğu düzene insanlığın saygı göstermesi gerektiğini ileri sürer ve jus animalium jus naturale'nin yani insanların doğuşta sahip oldukları hakların bir parçasıdır der. İnsan-olmayan varlıkların haklarına, en azından insanların bu varlıklara karşı sorumlulukları olduğunu belirten ilk yasa 1641'de ABD'de Nathaniel Ward adlı bir avukat tarafından kaleme alınır ve yasalaşır. 15., 16., ve 17. yüzyıllarda tilki avı, horoz dövüşü gibi 'amaçsız zalimlik'lere karşı protestolar artar. Alman filozof Gottfried Leibnitz herşey birbiriyle bağlantılıdır diyerek canlı ve cansız, insan ve insan-harici varlıklar arasındaki ayırımı reddeder. Fakat çevresel etiğin ilk nüveleri Hollandalı filozof Baruch Spinoza'ın fikirlerinde görünür. Spinoza'ya göre tüm varlıklar Yaratıcı'dan bir parça taşır, bu nedenle bir ceylanın bir insan kadar var olma hakkı vardır ve doğal sistem bir bütün olarak etik değere sahiptir. Taşralı bir çiftçi ve yazar olan John Lawrence adaletin özü itibariyle bir olduğunu, bu nedenle hayvanlar ile insanlar için bölünemeyeceğini söyler. 19. Yüzyılda yaşayan düşünür ve aktivist Henry Salt "Sosyal Gelişimle İlgili Hayvan Hakları" (Animals' Rights Considered in Relation to Social Progress) kitabında eğer insanların yaşama ve özgür olma hakları varsa, hayvanların da olmalı der ve toplum anlayışının hayvanları da içine alacak şekilde genişlemesi gerektiğini söyler. Salt hayvan hakları hareketini doğrudan insanlığın sosyal gelişimine, uygarlaşmasına bağlar. Yaşadığı dönemin etkisiyle kapitalizmin hem insanları hem de doğayı kurban ettiğini savlar. 20. yüzyılda çevre aktivisti, şair Gary Synder ideal demokrasinin en mükemmel haline ancak tüm canlıları kapsamına alarak ulaşılabileceğini söyler.
Peki siz sayın okur, yüzyıllar içerisinden süzülüp gelen bu çevresel etik fikirlerin hangilerini aklınıza uygun buldunuz? Hangi yaban hayvanlarının öldürülüp, hangilerinin yaşayacağına, kaç yaban hayvanının av olacağına karar veren kurumların ve kişilerin, yaban hayvanlarına etik davrandıklarını düşünüyor musunuz? Devletin çevresel etik kaslarını esnetip, geliştirmesi gerekmiyor mu?